1965 yıllarında elektriğin karanlığı tam olarak yenemediği gecelerde, ortamızda gaz lambasıyla ışık veren dört camlı bir fanus dururdu. O ışık; ışık değil, sanki sabrın kendisiydi. Her yanışıyla bize “ azıcık daha çalışın, dayanın, belki yarın başka bir gün olur” diyor gibiydi. Kalemi sırayla tutard...
Seni yoran yaşadıkların değil, yaşadıklarını ısrarla elinde tutman. O acıları, sanki bırakınca bir daha bulamayacağını sanarak avuçlarının arasına sıkıca bastırdın. Ellerinin kanaması da bundandı zaten...
Havanın sessizliğinde yankılanan tek şey içimdeki telaştı. Korku, isyan, çaresizlik... Aklımın her kıvrımında puslu bir uğultu gibi dolaşıyordu. Ellerimi gökyüzüne kaldırdım. Dudaklarım kıpırdadı, içimden bir ses Tanrı'ya seslendi. Ama sanki Tanrı, bizi unutuvermişti; sadece beni değil, hepimizi...
Ve enkazın altında, var olmakla yok olmak arasında asılı kalır ruhun. Bir boşlukta sallanır gibi...
Birbirimizin olmaya çalışırken, kendimizi geri kalan her şeyden öyle çok mahrum ediyorduk ki, her şey bittiğinde ikimiz ayrı düşmüş bir "hiç" olmuştuk…
Tebessüm değildi suratındaki, düpedüz kaçma isteğiydi, gözlerini saklıyordu, bakışlarını saklıyordu, içindeki fırtınayı saklıyordu, teslimiyeti ve yenilgiyi saklıyordu. Benden kaçamazdı.