Vizeleri alıp Hatay'a döndükten birkaç gün sonra Suudi Arabistan'a giden otobüse bindik. Üç günlük zorlu bir yolculuğun ardından Arabistan’ın Taif kentine vardık.
" Bu çiftliğin değişmez bir kuralı var, burada ölen burada kalır" ....
Yine de bir tuhaftı. İçi sıkkındı, sebepsiz. Uzun uzun bakmıştı güvercinlerine; tek tek adlarını söylemişti, vedalaşır gibi. Kendini garipsiyordu; her şeye son kez bakar gibiydi.
1973 yılı Eylül’ünün ilk günleri hava soğuk ve yağmurlu. 1957 model kırmızı transit bir minibüsle yola çıktık. Belen’in sisli boğazını geçtikten sonra İskenderun çıkışında, Yarıkkaya mevkiinde şiddetli bir fırtınaya yakalandık. Akşam karanlığında Dörtyol’a varabildik.
İkisi de şairin beğenmeyip buruşturarak yere attığı kağıtlardaki şiirler gibiydiler. Bir araya geldiklerinde mükemmel şiiri oluşturacaklarını Zeynep hayal ediyordu ama Mahir'in bu son birkaç güne kadar bu şiirden haberi olduğu bile söylenemezdi.
Bir köpeğin tüm ömrü sadece on yıl, sadece on yıl. Kısacık bir konukluk. On yıllığına geldiğin bu dünya "İnsan" adlı bir canlı türünün egemenliğinde. Bu tür, dünyayı cehenneme çevirmiş, doğadan kopmuş; yaşamı, yaşamını ve çevresini beton bloklara boğmuş...
1965 yılında çevremizden Almanya’ya işçi olarak gidenler ailelerine Almanya'da salyangoz çorbası içildiğini anlatırlardı hep. "Burada salyangoz çorbası içiyorlarmış" derlerdi. Gerçekten de 1965 yılından itibaren Avrupa’ya, özellikle Fransa ve Almanya’ya salyangoz ihracatı başlamıştı.
Savaş, bir annenin göğsünde taşıdığı kalbin sessizce çatlamasıdır. Oyuncak bir bebeğin yanık kumaş kokusudur. Savaş, hiçbir çığlığın işitilmediği, herkesin her şeyi izlediği yerdir. Savaş, bir çocuğun adı hafızalardan silinmeden önce düşen son gözyaşı damlasıdır.
Babasının ona çizdiği yol ile kendi rüzgarının yönü birbirine ters istikametteydi. Bir gökkuşağını tuvale gri tonlarında resmedemezdi.
Artık üç harfimiz vardı ama bu üç harf hiçbir şekilde mantıklı bir çıkarım yapmaya yaramıyordu. Neden böyle parça parça yazdığını da anlamamıştım. Bu duvardaki harfler, bu yazılı kağıtlar ne anlatmaya, kime ne söylemeye çalışıyordu? Kimdi bu adam, hepimizi deli edecekti..
Kararlıydı. Değişmeyecekti. Zihninin labirentlerinde dolaşmayı seçti. Çünkü çıkışı bulursa, kim olduğunu da kaybedecekti. Her çıkış bir vedaydı. Her vedada bir parça kayboluyordu içinde.
Bir kış sabahı gelen mektupta şunlar yazıyordu: "Sıkı giyin, sarılacak kimsen yok." Başka bir mektupta şöyle yazıyordu: "- Bir gün yalnız kalırsan bunu tekrar et: Gidecek bir yerim vardı, ben onu yıktım."
O ise buna her zaman ayak diriyor, sevmenin genel geçer bir tarzı olmadığını, herkesin sevgisini ancak kendi tarihinin, yaşanmışlıklarının yarattığı şekilde gösterebileceğini, yüreklerin de eşitsiz gelişim yasasına tabi olduğunu söylüyordu.