Okunma Sayısı : 159
1990'lı yıllarda büyümüş çocuklar olarak, sanırım yaşamının doğal sınırlarında ve akışında büyüyen son çocuklardık. Kaygılarımız, mutluluğumuz, sıkıntılarımız sadece kendi yaşamımızın sınırları kadar, sadece algılayabildiğimiz kadardı. Henüz cep telefonun olmadığı, internetin yaygınlaşmadığı dönemlerdi. Hayatımızda iletişim adına televizyon ve kablolu telefonlar vardı. Zaman; arkadaşlarla sosyalleşerek, gezerek ve kitap okuyarak geçiyordu.
Hayatıma cep telefonun ve internetin girmesi üniversite yıllarıma denk gelir. Orda da telefon hala sadece bir iletişim aracıydı. Sadece mesaj yazılabiliyor ve arama yapılabiliyordu. Henüz internet cep telefonlarına girmemişti. Bizi oyalayacak hiçbir şey yoktu. Günlerimizi yine okuyarak, eğlenerek, sosyalleşerek, etkinlikler yaparak geçiriyorduk. Telefonların, iletişim araçlarının sahibi bizdik, onları biz kontrol ediyorduk.
Hayatıma Twittter'in girmesi Gezi olayları dönemindedir. Ülke çalkalanıyor, haber kanalları penguen haberleri yapıyor, biz de olayları takip edecek alternatif bir haber kanalı arıyorduk. Bir arkadaşım Twittter'ı önerdi. Ben de öyle bulaştım..
İnsan, binlerce yıldır geniş anlamda bir kabileye bağlı olsa bile dar gruplar içerisinde yaşadı, varlık gösterdi, çoğaldı. Bugün de aslında aynı şekilde devam ediyoruz. Bütün o illüzyona rağmen hayatımız birkaç arkadaşın ve ailemizin çevresinde dönüyor. Toplamda belki de sadece on-yirmi insanın varlığıyla gerçekten ilgileniyor ve onlarla bağımızı sürdürmek için çabalıyoruz. Kendimizi de aslında tam olarak bu on-yirmi insanla kurduğumuz ilişkiler üzerinden anlamlandırıyor ve var ediyoruz. Yaşamımızı ve psikolojimizi bu insanlar şekillendiriyor ve biz de aynı şekilde onlara etki ediyoruz. Yani aslında hafızamız çok az insanın bilgisini tutmaya, psikolojimiz çok az insanın derdiyle uğraşmaya, kapasitemiz de dar grubun içerisinde varlık göstermeye dönük şekilde evrimleşmiş. Elbette toplumsal olaylara duyarlılık göstermek, politize olmak ve bir toplumsallık içerisinde mücadele yürütmek mümkün ama ben burada bireysel varoluşun kapasitesinden bahsediyorum. Zaten dünyada bizi tanıyıp değer veren insan sayısı iş-okul arkadaşlarımız ve akrabalarımızdan öteye geçmiyor. Bu da aile kalabalık değilse en fazla yüz-iki yüz kişi. Bu kalabalığın hepsiyle de derinlikli bir ilişki kurmak mümkün değil. Buradan on -yirmi kişi seçip onlarla derin bağlar kuruyoruz.
Cehenneme Giriş
Her şey uyanık bir kapitalistin, cep telefonunu bir cep bilgisayarına çevirmeye çalışmasıyla başladı. Hesap makinesi, not defteri derken; arkadan kamera , banka uygulamaları, oyunlar ve son olarak bizi hem yarı deli , hem de sürekli müşteri olmaya mahkum eden sosyal medya uygulamaları geldi. Böylece "Akıllı Telefon" icat edildi. Birden o küçük dünyamız bizim hiç kaldıramayacağımız bir şekilde büyüdü. Algı kapasitemizin kaldırmayacağı kadar bilgiyle, haberle doldurulduk. Önceleri günde iki üç gazete okur, kendimce tatmin olur, duyarlılık gösterdiğim alanlarla ilgili etkinliklere girişirdim. Hayatım dolu doluydu, en önemlisi psikolojim hep sağlıklıydı. Twitter'a bulaşınca, o kadar haber akışı içerisinde neye duyarlılık göstereceğimi şaşırdım, dünyanın her yerinden bilgi akıyor, bir sürü kötü olay oluyor ve hepsi beni derinden etkiliyordu. Böyle bir bombardıman karşısında, hem yetersizlik hissine kapılıyor hem de kaygılarım artıyordu. Yaşamımdan tat almaz hale geldim, melankoli içerisine düştüm ve bu durum gerçek hayattaki ilişkilerimi mahvetti. Neyse ki ben sadece Twitter'a bağlanmıştım. Benden çok daha kötü durumlarda olanlar vardı.
Telefona kameranın girmesini fırsata çeviren birkaç kapitalist barbar, İnstagram-Facebook gibi uygulamaları icat etti. Bu uygulamalar insanlara hatıra olarak çektikleri fotoğrafları paylaşabilecekleri bir platform sundu. İnsanlara fotoğraf çekmek için bir amaç verdi. Çekilip saklanan veya daha sonra silinen fotoğraflar artık insanların başkaları tarafından onaylanarak tatmin olmalarını sağlayan bir araca dönüştü. Ama bu kadarla kalmadı, onaylanmanın merkezi olduğu bir yerde daha çok onay isteyen yani beğeni isteyen diğerlerinden daha farklı olmak zorundaydı. Bu insanları "en" olmaya zorladı. En güzel, en yakışıklı, en çıplak, en zengin, en ahlaksız, en cesur, en etkili poz, en güzel ifade vb.. Bu kadar rekabetin olduğu bir yerde kendini var etmenin yolu sahte kimlikler yaratmaktır. Olmadığın şeylere sahipmişsin gibi davranmak, asla yaşayamayacağın bir hayatı yaşıyormuş gibi göstermek. Bu büyük bir kimlik bunalımı ve mutsuzluk yarattı. Çünkü insan sadece kendi doğallığı ve kendi kendine yetebildiği gerçeklik içerisinde mutlu olabilir. Bu uygulamalar aynı zamanda kapitalist şirketlerin ürün ve hizmet satmak için kullandığı çok etkili bir araca dönüştü. Bugün bu uygulamaların sahibi olan şirket dünyanın en büyük şirketlerinden biri. Bu servetin kaynağı sürekli akan reklam parası.
Masum niyetlerle açılan İnstagram hesapları, kişinin sürekli kendini göstermeye çalıştığı ama aslında kıyasladığı ve acı çektiği; kişinin sürekli satın alma baskı altında kaldığı ama aslında alamadığı için yine acı çektiği; kişinin sürekli bir şeylere heves ettirildiği ama yapamadığı için yine acı çekip kendi hayatından nefret ettiği bir işkencehaneye dönüştü. Bi de algoritmasını öyle bir şekilde yapmışlar ki, çıkmak istiyorsun ama bir şekilde seni sürekli içine çekiyor. Çünkü özlemini duyduğumuz her şeyin bir gösterisi var.
Akıllı telefon ve ona bağlı uygulamaların hayatımıza girmesi hiç iyi olmadı. Bu kadar ulaşılır olmak ve bu kadar insanla iletişim kurabilmek bize iyi gelmiyor. Bu kadar olaya karşı duyarlı olmak bize iyi gelmiyor. Bu kadar insanın hayatını izlemek, kendi hayatımızı kıyaslamak bize iyi gelmiyor. Biz kapasitesi ve ömrü sınırlı olan varlıklarız. Her şeyi bilemeyiz, her şeyi satın alamayız, her yeri gezemeyiz, her insanla güzel bir şey yaşayamayız, herkesin bizi beğenmesini sağlayamayız. Ki bunları zaten yapmaya çalışmamalıyız. Biz varlık olarak sınırlı bir zamana sahibiz. Bu dünyadaki ömrümüz çok kısa. Bu zamanı verimli geçirmek için bünyemizi kaldıramayacağımız kadar dertle, tasayla, insanla, hırsla, hevesle, özentiyle, bilgiyle boğmamak zorundayız.
Mutlu olmak için hiç tanımadığımız, tanışsak belki de hiç sevmeyeceğimiz birinin tatil fotoğrafımızı beğenmesine gerek yok. Ailemizin, çocuklarımızın resimlerini; tanımadığımız, katil mi hırsız mı olduğunu bilmediğimiz yabancı insanların görebildiği bir platforma koymak delilik. Son on senede öldürülen evli olmayan genç kızların çoğu sosyal medyadan tanıştıkları erkekler tarafından öldürüldü, yani aslında sosyal medya olmasa asla karşılaşmayacakları insanlar tarafından.
Başka bir örnekte yakın arkadaşım sevgilisiyle iletişim kuramadığı için ayrılmak zorunda kaldı. Çünkü sevgilisi akıllı telefon bağımlılığına yakalanmıştı ve artık sohbet edemez hale gelmişti. Sohbet edemiyordu, çünkü sürekli yeni reels ve tweet görmeye şartlanmış beyni insan sohbetlerinde çok sıkılıyordu. İnsanla sohbet çok yavaş akıyor ve dopamin salgılatacak sürekli yeni içerik sağlamıyordu. Bağımlılık o kadar arttı ki konuşamaz hale geldiler.
Bu örnekte de görüldüğü gibi akıllı telefonlar insanın düşünme yetisini köreltiyor. Her bildirim, dikkati bir parça daha bölüyor; her kaydırma hareketi, zihni biraz daha yüzeyselleştiriyor. Derin düşüncenin yerini, saniyelik tepkiler aldı. İnsan, düşünmek yerine nesneleşmiş bir şekilde “sadece izliyor”.
Bu durum yalnızca psikolojik bir yorgunluk yaratmıyor; varoluşsal bir boşluk da doğuruyor. Sürekli bağlı olma hâli, insanı daha da yalnızlaştırıyor. Her an bir şeylere maruz kalmak, zihni dinlenemez hâle getiriyor.
Kaygı bozukluğu, dikkat eksikliği, uykusuzluk, huzursuzluk bunların hepsi akıllı telefonların hayatımıza daha yoğun şekilde soktuğu şeyler..
Günümüz kapitalizmi akıllı telefonu insanları sanal bir hapishaneye zincirlemek için kullandı ve bunu başardı. Gerçek yaşamı yaşamaya dair hiçbir şey kalmadı. Artık herkes hep telefonlarına bakıyor. Başka yerlerde olan, başka şekilde yaşayan , başka insalara bakıyor. Gereksiz haberlerle beynini dolduruyor, gereksiz bilgiler öğreniyor, kendisiyle bağı olmayan dertlere sürükleniyor. Bu bir delilik değil mi? Kendi yaşamımızdan daha değerli olan ne olabilir? Evet zor geçiniyoruz, eziliyoruz ve nefes almak istiyoruz. Ama bu nefes almak neden; aslında bize sürekli aynı şeyleri gösteren, bize durmadan bir şeylerin propagandasını yapan bir gösterinin parçası olmak olsun ki? Neden hayata, doğaya, insanlara, sevdiklerimize bakmak varken telefona bakıyoruz?
Mutlu olmanın yolu az insanla muhattap olmak, az ama sıkı ve besleyici ilişkiler kurmak. Mutlu olmanın yolu sohbet etmek, birlikte bir şeyler yapmak. Mutlu olmanın yolu az insanın az derdiyle uğraşmak, kendi sınırlarını bilmek. Yaşama kendi sınırların içerisinde, yapabildiğin kadar katkı sağlamaya çalışmak. Mutlu olmanın yolu yetinmek. Kıyaslamamak, özenmemek. Mutlu olmanın yolu akıllı telefonu çöpe atmak. İçindeki bağımlılık yaratan bütün uygulamaları silmek. Dikkatimizi dağıtan, beynimizi öldüren her şeyden kurtulmak. Bizi olduğumuzdan daha iyi yapmayan her şeyin bir zaman hırsızı olduğunu bilmek. Ki hayat sadece doğumla ölüm arasındaki zamandır.
Telefon yokken hayatı ve insanları daha çok seviyordum. Çünkü bütün dikkatim hayatın ve insanların üzerindeydi. Yaşadığım her şeyi hissederek yaşıyordum. Her şey kalıcı, değerli ve yavaştı. Aşık oluyor, o aşkın yangınıyla mektuplar yazıyorduk misal. Şimdi bu kadar hızlı ulaşıyor olmak ilişkileri çok çabuk bitiriyor. Anlık öfkeyle hızlı bir mesaj atılıp her şey paramparça edilebiliyor.
Bu çağ, söylendiği gibi bir iletişim çağı değil. Bu bir kandırılma çağı. Kapitalistlerin elimize verdikleri oyuncaklarla iletişim falan kurmuyoruz; aksine birbirimizle iletişimimiz ölüyor, öldürülüyor. Ve biz birbirimizden koptukça onların algoritmalarına esir düşüyoruz....
Kafayı telefondan kaldırmanın vakti gelmedi mi artık?
UĞUR AL

Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladığı lisans eğitiminin ardından, genç yaşlarda adım attığı edebiyat dünyasında, yıllar boyunca hem yazar hem de yayın yönetmeni olarak üretmeyi sürdürdü. Yerelden ulusala uzanan çeşitli dergilerde kaleme aldığı yazılar; dilin, düşüncenin ve duyarlığın izini süren bir arayışın ürünü oldu. Bir süreliğine edebiyattan uzak kalsa da, söze ve anlamın derinliğine duyduğu bağlılık hiç eksilmedi. Bu sessizlik dönemi, onun için bir geri çekilme değil, daha derin bir bakışın hazırlığıydı. Şimdi, FikirEdebiyat.com aracılığıyla yeniden yazınsal üretime dönerek, hem geçmiş birikimini hem de yeni arayışlarını okurla buluşturmaktadır.