Okunma Sayısı : 291
Birine "uyanık" dendiğinde, bir övgü mü duyarız, yoksa hafif bir küçümseme mi hissederiz? Aslında bu kelimeyi ne zaman, kime ve hangi tonlamayla söylediğimize bağlı. Ama kabul edelim; artık çoğu zaman içinde küçük bir suçlama barındırıyor bu kelime.
Oysa eskiden böyle değildi.
Mahallede Hayri Amca vardı. Emekli olmuştu ama boş durmayı sevmezdi. Arızalanan bir musluğu tamir eder, çocukların lastiği patlayan bisikletine el atar, bakkala giden çocuğun elinden sepeti alıp kaldırımdan karşıya geçirirdi. Mahallede biri için "Hayri Amca uyanık adamdır" dendiğinde, bu bir yergi değil, bir takdir ifadesiydi. Hayri Amca uyanıktı çünkü hem gözleri hem gönlü açıktı. Durumu hemen kavrar, ne yapılması gerekiyorsa düşünmeden yapardı. Sözünün eri, elinin işiydi.
O dönem uyanık olmak, çevik olmaktı. Gündelik yaşamın binbir zorluğu karşısında yılmadan ayakta kalmanın, hatta bir adım öne geçmenin adıydı. Hayatla dans edebilmenin bir yolu. Uyanıklık, zeka ile sezginin birleştiği yerde doğardı.
Ama bugün?
Bugün birine "uyanık" dediğimizde ilk aklımıza gelen genellikle şu oluyor: Kurnaz. Hileci. Fırsatçı. Başkalarının zaaflarını gözetleyen, sistemi manipüle etmeyi bilen biri. Üstelik bu kişiler çoğu zaman, yaptıklarını bir başarı gibi sunmaktan da çekinmiyorlar.
Anlam Kaymasının Anatomisi
Kelimenin anlamı mı değişti? Belki biraz. Ama asıl değişen, toplumsal hafızamız. Değer verdiğimiz nitelikler. Başarının tanımı. Kimin alkışlandığı, kimin görmezden gelindiği...
Bir dönem uyanık insan, yaşamın içinde kendi ayakları üzerinde duran, düştüğünde kalkmasını bilen, hatta başkasını da kaldıran kişiydi. Bugünse uyanık insan, düşene çelme takan, başkasının hakkından çalarak ilerleyen kişiyle özdeşleşti.
Bir düşünelim: Yolda yürürken bankamatik önünde sıra bekliyorsunuz. Bir adam geliyor ve "ben sadece bakiye soracağım" diyerek öne geçiyor. Klasik bir uyanıklık örneği. Minik bir kural ihlali. Belki gülüp geçiyoruz. Ama sonra bu küçük ihlaller büyüyor: vergi kaçırmak, çalışanının maaşını eksik göstermek, başkasının fikrini sahiplenmek...
Ve tüm bu davranışlar, belli bir çevrede "akıllılık" olarak takdim ediliyor. Yani artık zeki olmak, etik olmaktan ayrı düşünülüyor. Hatta çoğu zaman etik olan, "enayi" olarak kodlanıyor. "Sen hâlâ fatura mı kesiyorsun?", "Bu zamanda hâlâ dürüst kalınır mı?" soruları, zımnen "uyanık ol, kaybetme" mesajı taşıyor.
Zekâ mı, Bilinç mi?
Aslında sorun zekâda değil, zekânın nasıl kullanıldığında. Zekâ insanı hızlı yapar, evet. Ama yalnızca zekâya sahip olmak, bir arabanın gaz pedalına sahip olmak gibidir. Direksiyon ve fren olmadan o hız felakete dönüşebilir.
Zekâyı bilinçle, vicdanla, sorumlulukla birleştirdiğimizde anlamlı hale gelir. Aksi takdirde "uyanıklık" sadece gözü açık olmak değil, başkasının üstünden geçebilmenin bahanesi haline gelir.
Hayatımızın farklı alanlarına bakalım:
İş hayatında: Toplantıda arkadaşının fikrini kendi fikri gibi sunan kişi terfi alıyor. Çünkü "iletişimi güçlü" diye tanımlanıyor. Oysa yaptığı şey, görünmez bir gasp. Ama uyanık...
Günlük yaşamda: Trafikte ambulansa yol açmış gibi peşine takılıp emniyet şeridinden giden sürücü. Kendi zamanını kurtarıyor belki ama toplumun düzenine çomak sokuyor. Ama uyanık...
Ticarette: Ürünü internete koyup "bugüne özel %50 indirim" yazan ama fiyatı geçen haftaya göre artıran satıcı. Aldatıyor ama akıllı geçiniyor. Çünkü o da uyanık...
Ve biz, bu insanları bazen kıskanarak izliyoruz. Bazen içten içe onlara özeniyoruz. Çünkü başarı, uzun zamandır yalnızca sonuca göre ölçülüyor. Nasıl kazandığının önemi kalmadı. Oysa nasıl yaşadığımız, nasıl kazandığımız, nasıl insan kaldığımız... Bunlar hâlâ çok önemli.
Uyanık Olmak mı, Uyanmak mı?
Belki de bu yazıyı okuyan herkesin kendi hayatında küçük küçük "uyanıklıkları" vardır. Hayat bazen buna zorluyor da olabilir. Ama burada asıl sormamız gereken soru şu:
Uyanık olmak mı istiyoruz, yoksa gerçekten uyanmak mı?
Uyanık olmak çoğu zaman bir tavır: Hızlı ol, gözünü dört aç, başkasına güvenme, fırsatı kaçırma.
Ama uyanmak bir farkındalık: Nerede duruyorum? Kime zarar veriyorum? Ne pahasına yaşıyorum?
Bilinçli olmak uyanıklıktan daha zor. Çünkü vicdan ister. Sorumluluk ister. Bencilliği terk etmek ister. Ama kalıcı olan da bu zaten. Gerçek büyüme, gelişme, ilerleme; yalnızca zekâya değil, ahlaka da dayanır.
Zira zekâ karanlıkta ışık olabilir ama o ışık sadece kendimizi aydınlatıyorsa, geri kalan herkes gölgede kalır. O zaman ne işe yarar?
Son Söz
Hayri Amca şimdi yok. Mahalle çoktan değişti. O eski kaldırım taşlarının yerini beton döşemeler aldı. Ama bazen o sokaktan geçerken gözüm bir dükkanın vitrinine takılıyor. "Uyanık telefoncu," yazıyor üstünde. Altta da küçük puntolarla: "Her işiniz halledilir."
Belki hâlâ eski uyanıklardan kalma bir umuttur bu yazı. Belki de bugünün yeni kurnazlıklarına ince bir gönderme.
Ama ben hâlâ o kelimeye inanmak istiyorum. Uyanık kelimesine eski anlamını geri vermek istiyorum. Zekânın içini tekrar ahlakla doldurmak, pratik aklın yanına merhameti koymak, uyanıklığın içine insanlık katmak istiyorum.
Çünkü uyanıklık, gözünü dört açmaksa, bilinçlilik kalbini açık tutmaktır. Ve ben, kalbi açık insanlara daha çok inanıyorum.
HASAN ABACI
1986’da Hatay Samandağ’da doğdu. 2009 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek Delaware State University’de Psikoloji ve İnsan Hizmetleri eğitimi aldı. Uzman psikolog olarak yıllar boyunca insan hikâyelerine kulak verdi, gözlem ve sezgilerini hem mesleğine hem yazın hayatına taşıdı. 2020’de Türkiye’ye döndü. Hâlen Hatay’da kendi danışmanlık merkezinde çalışmakta, yazarlık serüvenini sürdürmektedir. Enkazdan Paralel Evrene Uyanış romanının yazarıdır.